8 Mayıs 2008 Perşembe

Ontolojik Suç

Dünyayı yaşanamaz bir hale getiriyor olmanın ontolojik suçlularıyız hepimiz.

Varoluşçuların ontolojik suç olarak adlandırdıkları, içinde yaşadığımız kültürün değer yargılarına uygun davranmadığımızda ya da toplumun bizden beklediklerini yerine getiremediğimizde yaşanan suçluluktan farklı olarak varoluşumuzun gerçeklerinden haberdar olmaktan kaynaklanan bir olgudur. Bu, suçluluk duygusu yaşamaktan çok farklı bir duygudur. Çünkü kişi gerçekten suçludur.


Dünya eğer her geçen gün istemediğimiz bir yer haline geliyorsa, bunun (ontolojik) suçluları bizleriz. Bir yandan yaparken bir yandan da yıkıyoruz tahrip ediyoruz dünyamızı. Yıkan ellerimiz daha büyük daha güçlü. “Homo Homini Lupus" demişti bir filozof yani insan insanın kurdudur. Sadece insanın mı doğanın da bir numaralı kemirgeni değil midir insan? Ontolojik suç, insanın doğadan kopmuş olmasının doğayı tahrip etmesinin suçunu da içerir ki varoluşçulara göre bu, çoğumuzun farkında olmadığı yoğunlukta bir yük (stres) yaşatır bizlere. Acaba kimi zaman yaşadığımız ve nedenini bile bilmediğimiz bazı içsel sıkıntılarımızın kaynağı, on binlerce yıl doğayla iç içe yaşamış olan atalarımızdan bize miras kalan “doğayla bir olma arketipine” bu denli uzak bir yaşamın içine kendimizi hapsetmemiz olabilir mi?

Okratlar ve Okrasiler

Kalabalık bir Okrat grup Okrasi lokantasına gider.

Garson gelir.

—Hoş geldiniz efendim ne arzu edersiniz?

Masadaki Okratlar meşreplerine uygun yönetim biçimini seçerler.


Demokrat: Efendim ben yanında, laik, sosyal ve hukukla beraber demokrasi almak istiyorum. Yalnız darbesiz olsun lütfen. Bana dokunuyor.

Otokrat: BEN Otokrasi istiyorum. Yanında bol baskı ve işkence olsun.

Teokrat: Teokrasi isteyecektim. Şayet varsa yanına biraz da şeriat alabilirim.

Oklokrat: Abiciğim sen şöyle kardeşine bir buçuk porsiyon Oklokrasi getir. Yanına da soğan ve ayran alayım.

Aristokrat: Önce bir çorba alayım. Aristokrasiyi sonra alırım. Ha bir de şampanya alabilir miyim? Tatlı ve meyve seçimini sonraya bırakıyorum.

Mediokrat: Hay Allah ne alsam acaba bilmiyorum ki. Her zaman mediokrasi alıyorum, bu defa da aynısından alabilirim.

Meritokrat: (Mediokrata hitaben) Ne kararsız adamsın sen de yahu! İnsan kendine güvenir biraz. Allahtan bu vasat halinle kendine meritokrasi istemedin. Neyse ben Meritokrasi alacağım. Ne de olsa her insan hak edebildiğini ister ve alır.

Plütokrat: (Meritokrata cevaben) hayır efendim her insan parasının yettiği kadarını istemeli ve almalı. Evladım en pahalısı Plütokrasi mi? hah tamam ondan alayım ben yanına da ne varsa getir.

Tanımlar

Demokrasi: Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi

Otokrasi: Hükümdarın, bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi

Teokrasi: Siyasi iktidarın, Tanrı'nın temsilcileri olduklarına inanılan din adamlarının elinde bulunduğu toplumsal, siyasi düzen

Oklokrasi: Ayak takımının bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi

Aristokrasi: Soyluların siyasal erki ellerinde bulundurduğu yönetim biçimi

Mediokrasi: Yönetimin vasatın altında zekâ ve bilgiye sahip kişiler tarafından yürütüldüğü düzen

Meritokrasi: Yönetim erkinin, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayandığı yönetim biçimi

Plütokrasi: Egemenliğin zenginlere ait olduğu siyasal yapı, zengin sınıfların en zenginlerinden oluşan yönetici kesim

Ceviz Kabuğu Dünya

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Nâzım Hikmet

Adına Güneş dedikleri o tuhaf parlaklığın etrafında dört buçuk milyardan fazladır dönüyorum. Kendi etrafımda dönüşlerim bir buçuk trilyonu geçti. Evreni inleten o patlama sırasında meydana geldim. İlkin biçimsiz bir ateş topuydum. Sonra soğudum, kabuk tuttu yüzüm. Milyonlarca yıl geçmesi gerekti şimdiki halime gelmem için. Dağlar, denizler, okyanuslar ve ormanlar oluştu kabuğumda. İlk canlılar üzerimde gezinmeye başlayınca tuhaf olmuş, sevinmiştim. Sevmiştim üstelik onları. Nerden bilebilirdim ki içlerinden bir türün canıma okuyacağını.

İki ayakları üzerinde yürümeye başladıklarında diğer canlılardan farklı olduklarını anlamıştım. Sürekli bir şeylerle uğraşıyorlardı. Hayvanlarla mücadelelerinde üstünlük sağlayacak duruma geldiklerinde onlar adına sevinmiştim. Ardından birbirlerine karşı üstünlük kurma yarışına girdiler. Bu yarışın onların da ve benim de sonumuzu getirecek derecede ileri gideceğini düşünmüyorlardı.

Mağaralardan çıkıp evler yaptılar, yapıları beni bile şaşırtıyordu.. Her geçen gün daha da çoğalıp çeşitli yerlere dağıldılar. Tek tek birbirlerini öldürmelerine alışmıştım ama binlercesinin toplanarak birbirlerini öldürmelerinden ürküyordum. Kılıçlarla mızraklarla birbirlerinin üzerine yürüdüler durmadan. Bense olanları çaresizce seyretteim. Bir keresinde ayın gölgesi yüzüme vurunca bu olaydan etkilenip savaşmaktan vazgeçtiler. Ama bu sonraki savaşları durdurmadı hiç.

Yüzüme tel örgüler çektiler. Savaşlarının, birbirlerini öldürmelerinin nedeni kimi zaman bu tel örgülerin yerleri, kimi zaman da kabuğumun altından çıkarılanları paylaşamamalarıydı. Oysa hepsine yetecek kadar yerim ve kaynaklarım vardı ama eksik olan şey içlerindeydi sanırım. Silahlar, bombalar ürettiler durmadan. Bağrıma mayınlar yerleştirdiler. Derimin altına zehirli variller... Yangınlar çıkarıp ciğerlerimi dağladılar. Masmavi okyanuslarım, denizlerim vardı, kirletmelerinden önce.. Havayı öylesine mahvettiler ki nefes alamaz oldum. Daha ne kadar dayanırım bilemiyorum. Günün birinde öylesine duracağım durduğum yerde. İşte o vakit boş bir ceviz gibi yuvarlanacağım zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız

2 Mayıs 2008 Cuma

"Ol"mak mı "öl"mek mi?

Karanlık, ıslak ve sıcak…

Dokuzuncu ay da bitmek üzere. Vakit tamam diyor biri. Hadi…

“Bir oğlun ‘ol’du” diye babama müjdeli haberi vermek isteyen ablam sabırsız. Hadi artık ‘ol’ diyor. Sigara üstüne sigara yakan babam da heyecanlı acaba ‘ol’ du mu diye düşünüyor. Benim rahatım yerinde ama biliyorum ki annemin değil. O da ‘ol’mamı istiyor. Oysa ben burada ‘ol’muş durumdayım varım yani, burada olduğumu herkes biliyor. Ama aralarında ‘ol’mamı istiyorlar.

O uğursuz elin beni başımdan tutup çekmesi ve kıçımı tokatlaması an meselesi artık. Korkuyorum bir bakıma ‘ol’maktan, büyümekten ve sonunda ‘öl’mekten. Kaçış yok ölümden ‘ol’duysan ‘öl’eceksin. ‘Öl’memek için ‘ol’mamak gerekiyor. Gerçi ben istesem bile şu an ölemem. ‘Ol’madım daha çünkü. Böylesi bir duruma “ölü doğdu” denir mi bilmiyorum.

Ölü doğmak. Yani doğmadan önce ölmek. Bu kadar güçlü bir OKSİMORON daha var mıdır acaba? Bu oksimoronun med-cezirinde yani ‘ol’makla ‘öl’mek arasında bir yerdeyim.

Bir seçim şansı verilseydi acaba kaç kişi ‘öl’eceğini bile bile ‘ol’mayı seçerdi? En iyisi hiç ‘ol’mamak, ‘ol’mak olmayınca ölüm de olmuyor ne güzel işte… Anne, Baba duydunuz mu? ben hiçbir zaman ölmeyeceğim; tabii ‘ol’mazsam eğer. ‘Ol’mamı istiyorsunuz oysa yine de öleceğimi bile bile.

“İnsanoğlu en fazla ana rahminde rahat eder” diyordu bir profesör. Evet burada rahatım yerinde. Dokunmasalar bana.

Karanlık, ıslak ve sıcak…